Ana fikri baştan söyleyeyim: Öğrenmek için otoriteye ve özel bir maestroya ihtiyacınız yok. Kendi kendinize yetersiniz, tüm dünya zaten sizin maestronuz. Beni okuyanlar alışmıştır, lafı kimi zaman doğrudan söylerim, kimi zaman da dolaştırarak getiririm. Başlığın ve içeriğin birbiriyle ilişki içinde olmasına çaba gösteriyorum. Kimi zaman tutturamadığım ve sınır ihlali yaptığım oluyor, yine de çabamı sürdürüyorum.
Tango keyfi açısından daha başlarken Macit Şirin ve Yağmur Pehlivanlı’nın bir performanslarını göstermek isterim. Tango’yu “klasik de klasik, salon da salon!” diye dar kalıplara koymamışlar ve müzikal hissi sahneye güzel taşımış, dışa vurumcu drama ve ifade araçlarını müzikle buluşturmuşlar. 2016’da yaptıkları bir Tango Nuevo performanslarını izliyoruz:
Şimdi yazacağım konuya sırası ile El Chino’nun konuşması ve Tango’dan arkadaşlarımız Faysal Tekoğlu ve Macit Şirin ile kısa diyaloglarımız nedeni ile giriyorum. Çünkü her üçü de “Maestro” olarak anılmak istemiyorlar. Başkalarının da Maestro olarak kendilerini tanıtmalarını yanlış buluyorlar. Bence bu bakış açısının kökleri çok daha eskilere uzanıyor. Hepimizi de ilgilendiriyor. Bunda daha çok otoritelerin bizde yarattığı travmaları kabahatli görüyorum. “Öğreten insan” olmak “öğrenenler” üzerinde alan bilgisi, uzmanlık, deneyim, anlatabilme becerisi ile otorite olmayı, “öğrenenlerin” zamanını, aklını ve ruhunu teslim almayı getiriyor. El Chino’ya, Faysal’a ve Macit’e sorsanız belki de “Maestro olmamak” konusunu farklı tanımlayacaklar, ben kendi düşüncemi anlatıyorum. “Bilgi güçtür!” ve “Güç bilgiyi kendi niyetine göre şekillendirir ve arttırır.” düşünceleri arasında gücün, otoritenin ve bilginin kullanılmasında mağdur olmaktan da mağdur etmekten de kaçınmak bilinçli ve kararlı seçimler yapmayı gerektiriyor. El Chino “Tangoda maestro olmaz, ne öğrendiysen onu anlatırsın, sertifikası olmaz bunun. Ben Chino’yum maestro değilim, herkesle eşitim.” diyor.
“Maestroluk”, ya da “öğretmenlik”, ya da “hocalık” nedir? Var mı? Yok mu? Bir miktar da yaşantımdan aktaracağım.
İlkokul öğretmenimi ikinci anne gibi görmüşümdür. 77-82 yılları arasında sevgi, saygı ve güven dolu beş yıl geçirdim kendisi ile. Memleket açısından zor, ama öğretmen ve sınıf açısından şanslı yıllarımdı. Günün yarısı okulda geçiyor, dünyan orası, o kadar önemli ki. Sonra ortaokul, lise ve üniversite yılları boyunca karşılaştığım birçok öğretmenin statülerini ne kadar suistimal ettiklerini, kabalıklarını, düşüncesizliklerini, bencilliklerini, alaycılıklarını, hoşgörüsüzlüklerini gördüm. Sınıfın hakimi onlardı ve istediklerini yapıyorlardı, bizler zayıf ve güçsüzdük, onlar güçlü ve ezen taraftaydı. İlkokulda alıştığım eşit davranılıyor olma durumu yitip gitmişti. Onun yerini güçlünün zayıfı ezdiği ve bunun da haklı görüldüğü, haksızlığın öğretmenler ve idareciler tarafından desteklendiği yeni bir düzenin içindeydim. Güç dediğim kaba, fiziki güç, statü gücü, maddi güç, aile gücü, bilgilinin bilgisiz üzerindeki gücü, kurnazın saf olan üzerinde, güzelin çirkin, erkeğin kadın, ebeveynin çocuk üzerindeki gücü… Okulda insani olarak iyilerin sayısı azdı, merhamet ve vicdan yok gibiydi. Belki de o kadar iyi bir öğretmenle başlamıştım ki eğitim hayatına, yerine kimseyi koyamıyordum. Bahsettiğim eşitsizlik, şiddet ve güç dengesizliği sorunları ilkokulda da, aile içinde de vardı, ama ilkokuldayken öğretmenimiz tarafından desteklenmiyordu, tam tersine zayıfın yanında oluyordu öğretmen. Bu talihli ve talihsiz karmaşık durumlar herkesin başındaydı; memleket hallerini anlatıyorum, özelim sayılmaz, hiç de değil.
Tango ile ne ilgisi var tüm bunların derseniz açıklayayım. 1955-1983 yılları arasında Arjantin’deki askeri darbeler nedeni ile Tango anayurdunda yasaklandı. Milonguerolar gizlice buluşup dans edebiliyorlardı. Şarkı sözleri ise çok daha evvelden beri sansürleniyordu. Demokrasi ile özgürlükler artıyor, özgürlüklerle sanat, sanat ile toplum gelişiyor.
Tabi bunların içinden geçip de “iyi insan” olarak çıkmak çok zor. Bizim neslimiz güven, özgüven, saygı, özsaygı, içtenlik, dürüstlük, sevgiyi geliştiremedi, içselleştiremedi, şekilsel olarak bu değerler varmış gibi davrandı, gördüğü iyiliklere de şüphe ile yaklaştı.
1988 üniversite yılları… enteresan… kampüse doğru yola çıktım, minibüsteyim, birisi bana “Hocam, parayı uzatabilir misiniz?” dedi. Tüm öğrenciler birbirine hocam diye hitap ediyordu. Hiyerarşiyi ortadan kaldırmışlardı. Daha reşit bile olmadan “Hoca” olmak ve bana “Siz” diye hitap edilmesi gururumu okşamıştı, üzerimdeki baskıdan kurtulmuştum.
Üniversitedeki sosyal ve kültürel toplulukların akademik eğitimden de önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu topluluklardaki çalışmalarımız gönüllülükle, severek, isteyerek, dayanışma ile yapılmaktaydı. 88’de yurt koridorundan yükselen bir Bach melodisi ile klasik gitara adım attım. O parçayı çalmayı çok istemiştim. Bilenler bilmeyenlere öğretiyorlardı, formal bir eğitim yoktu. Topluluğu da öğrenme metodumuzu da üniversitenin 70’lerde boykot yıllarında kuran Ahmet Kanneci’den devralmıştık. Senin hocan kim dediklerinde hepimiz bocalardık. Çünkü doğrudan ya da dolaylı olarak herkes herkesin, daha da çok herkes kendisinin hocasıydı. Kimse kimseye bir şey öğretmiyordu, ama birbirlerinin öğrenmelerine yardım ediyorlardı. Topluluklarda çok iyi müzisyenler, dansçılar, aktivistler, yazarlar, sporcular yetişti. “Çok hocalı”, ya da “hiç hocasız”, veya “otoritesiz” topluluğumuzda dönemimizde yetişen ve hayatını gitara vakfeden çok değerli bir arkadaşımıza da burada yer vermek isterim. Emre Sabuncuoğlu Matematik okumuştu ama müzikle devam etti:
Medium’daki yazılarımda (Daha önce Radikal’deydi) demokratik eğitimin ve modern sanatın ve modern sanat eğitiminin ortaya çıkışına dair anlatımlar var. Kısa yola başvurup özetleyemiyorum, kusura bakmayın. Aceleye gelmeden okunsa iyi olur. “Goethe, Steiner ve Bauhaus” tarih, felsefe, eğitim ve estetik etkileşimleri ile tartışılıyor.
Michel Foucault (1926 – 1984) ile Noam Chomsky’nin (1928 – …. ) 1971’de Hollanda’da bir televizyon programındaki tartışmalarından kesit var aşağıda. İnsanın tabiatı, güç, adalet konularında konuşuyorlar. Chomsky insanın kendini gerçekleştirebilmek için yolunun mutlaka ve mutlaka “Özgür biçimde yaratmaktan” geçtiğini, böylece makineleşmekten kurtulabileceğini düşünüyor. Bunun mümkün olması için de sınırlayıcı ve zorlayıcı kurumların yerine merkeziyetçilikten uzak ama birbiri ile ilişki halinde ve özgür sivil toplum yapılarının kooperasyonunu öneriyor. Foucault da varolan düzende yöneten kitlenin kendi düşünce biçimini kurumlar ve eğitim sistemi ile zor kullanarak veya başka biçimlerde yeniden ve yeniden ürettiğini, çok şık isimlerde de karşımıza çıksa (Chomsky’nin Anarcho-Syndicalism’i gibi) yine aynı amaca hizmet edeceğini, alternatif olmayacağını söylüyor. Tabi tartışma sakin görünse de çok alevli. Biri idealleri söylüyor, gelecek diyor, öbürü bugünü ve gerçekleri… Chomsky bu gerçeklerin yadsınamayacağını, ama insanların en azından hangi doğrultuda gittiklerini ve neyi hedeflediklerini bilmeleri gerektiğini söylüyor. Foucault da bu durumda insanların tabiatına dair sınır çizmiş olmanın bir risk olduğunu söylüyor. Marx örneğini veriyor: İnsanların kendini gerçekleştirmek için henüz ful potansiyellerini kullanmadıklarını, kapitalist düzende yabancılaştıklarını, liberalleşmeleri gerektiğini söylerken, insanlara çizdiği yaşam biçimleri, cinsellik, aile biçimi, estetik anlayışı burjuvalarınki ile örtüşüyor. Sovyet düzeni de böyle; 19. yüzyıldaki burjuva sınıfının tekrarı. Kısacası insan tabiatının ne olduğuna anlamak zor. Mao ise burjuva insan tabiatı ile işçi insan tabiatını birbirinden ayırıyor. Chomsky cevap olarak entelektüel alanda özgürleşmeyi harekete geçmekte ve sivil itaatsizlikte görüyor. Vietnam örneğini veriyor. Hareket etmenin sonuçlarının belirsiz olduğunu, bunu göze almak, belirsizliğe rağmen cesaret göstermek gerektiğini, hareket etmemenin de riskleri olduğunu söylüyor. Gelecekle ilgili kısmi tahminlerimiz de olsa, sadece spekülasyonlara dayanıyor olduğumuzu bilsek de bir şeyler yapmamız gerekiyor. Foucault adaleti sınıflar arası baskı aracı olarak tanımlıyor, Chomsky ise sevgi, sempati ve iyilik gibi temel insani değerleri temsil ettiğini söylüyor. Foucault insan tabiatını, iyiliği, adaleti, insanın özünü ve kendini gerçekleştirmeyi tanımlayamayacağını, sınırlar çizemeyeceğini, ama bunlar hakkında düşünebileceğini söylüyor. Bütün bu kavramların medeniyetimiz, felsefemiz ve bilgi sistemimiz içinde tanımlı olduğunu, sonuç olarak sınıf sistemimizi belirlediğini, toplumun temelleri olduğunu, üzücü bile olsa kimsenin bunları kolaylıkla kaldırıp kenara koyamayacağını söylüyor.
Chomsky demişken dil yapısının iletişimde de eğitimde de önemine dair bir örnek vermek isterim. Türkçe’de “Sen” ve “Siz”, Almanca’da “Du” ve “Sie”, Fransızca’da “Vous” ve “Tu”, İspanyolca’da “Tú” ve “Vosotros” var. Ve amacına göre kullanılıyor. Nezaket, samimiyet, formalite, güven verme, mesafeyi belirleme, sınır çizme, haddini bildirme, güvensizlik mesajı verme…. Ama İngilizce’de sadece “You” var. Yani bu kalabalık ve dolambaçlı ihtimallerle hiç vakit kaybetmiyorsunuz. Hem “sen” hem de “siz” olarak kullanılıyor ve toplum içindeki hiyerarşiyi yerle bir ediyor. Formalite azalıyor, büyük küçük, yöneten yönetilen sınırı kalkıyor, “sen” mi dedi “siz” mi dedi, ne demek istedi acaba takıntıları ile enerji harcamıyor kimse. Sınıfta da öğretmen-öğrenci sınırı kalkıyor. Sadece dilin yapısı bile güven ilişkisi kurmayı ve güven öncelikli davranmayı doğallaştırıyor, kendiliğindenleştiriyor. Güven köprüsü kurmak ve rahat iletişim kurmak için çaba sarf etmeye gerek kalmıyor. “You” diyorsun, herşeyi ve herkesi kapsıyor. Tabii İngilizler bunu bir adım daha ileri götürmüşler. Mr. Mrs. gibi hitapları asgariye indirmişler. Birbirlerine münkün olduğunca ön adları ile hitap ediyorlar. Kolaylıkla samimi, geçirgen, şeffaf ilişki kuruluyor ve engeller azaldığı için herkes işine ve keyfine bakabiliyor. İngiltere’de söz ve beyan çok değerlidir. Söylediğiniz doğru kabul edilir. İş kurmak da kapatmak da kolaydır, pratik hayat içinde de akademide de denemek cesaretlendirilir. Ticarette devlet sizi kendi bildirimlerinizden sorumlu tutar ve en basit, en dolaysız biçimde yaşamanız hedeflenir. Şüphe ile ağır denetim biçimlerine ve prosedürlere takılmazlar. Önce hayat aksın ve insanlar mutlu olsun, mutfağı sonra toplarız deyip, minimum bürokrasi ile sonuca gitmeye çalışırlar. Tüm bunlarda dil yapılarının esnekliğinin etkisi olduğunu düşünen çok insan var, tek değilim. “İngilizce” teknoloji dili olmasını, ortak kullanımda tüm diğer dilleri geride bırakmasını işlevsel olarak esnekliğine ve kültür olarak da sağladığı liberalliğe, dolaysızlığa borçlu. Diğer birçok dilli içine alarak zenginleşmiş İngilizce. Dilde sadeleştirme, millileştirme, arındırma, temizleme yapmayı kimse düşünmemiş. Tam tersine diğer diller ve kültürler içine girdikçe dil büyümüş ve dünya dili haline gelmiş. Dilin ifade gücü artmış ve herkese ait hale gelmiş. Tango blogunda neden “İngilizce”yi ön plana çıkarıyorum derseniz: Uluslararası olarak ortak bir iletişim diline ve pratikliğe ihtiyacımız var. Tango’nun anavatanında İspanyolca konuşuluyor olsa da bizler uluslararası Tangoseverleriz. İspanyolcayı da yaşamımıza katmamız çok kolay olmayabilir, ama İngilizce üzerinden rahatlıkla bilgi alabiliyor, iletişim kurabiliyoruz. Tango’da iletişime dair önemli örnekler de teşkil ediyor İngilizce. Liberal duruş, açıklık, akışkanlık, çok kültürlülük, kapsayıcılık, çeşitlilik, kabulleniş ve gelişim… Hepsi birebir Tango’da da gerekli özellikler.
Tango sosyal bir dans, eşli yapılıyor, insanlar tanışıyorlar, ya da hiç tanımadıklarıyla da göz göze gelerek dans ediyorlar. Sosyal fobileri olanlar ve kendilerini rahat bırakamayanlar için yokuşlu bir yol. Beden dilinin, jestlerin, mimiklerin, sözlerin önemi ve ağırlığı var Tango’da. Bizler Türkiye’nin en batısındayız belki ama yine de Avrupalılar ya da Latin Amerikalılar kadar rahat ve hızlı kaynaşamıyoruz Tango’da. Eğitim verenler dahi kaynaşma sorunları yaşayabiliyor ve sosyal ilişkilerde sert çatışmalara kolayca girebiliyorlar. Kolay kırıyor ve kolay kırılıyor insanlar, ilişkiler çok hassas, ufacık detaylar travmalarını çağırıyor. Tehlike algısının eşiği düşük, hızlı tepkilere yol açıyor. Eğitmen kendisi dahi böyle iken öğrencisine nasıl örnek olsun “mirada ve cabaceo” (bakış ve davet) konusunda? Kendi tavrını yumuşatması, travmaları ve korkuları ile yüzleşmesi lazım önce. Başkalarını da kendini de affedebilmeli, hoşgörebilmeli. “Dil”, “Kültür” ve “Tarih” ten gelen tavrını ve davranışını değiştirmek öyle kolay mı? Kendi yargılayıcılığını ve şiddetini gören insan başkalarınınkini yok mu sayacak? Nasıl açık davranabilecek ve açık olmaya da davet edebilecek, bu konuda cesaret verebilecek? Psikoloji ile o kadar yakından ilgili ki bu konular!
Sorunu söyleyelim, ama çözümü de söyleyelim. Hür iradeli bireyler olmamız gerekiyor. Olumlu düşünme ve davranma biçimlerini, yaşam kalitemizi geliştirmek elimizde. Bunun için de bolca eğitim, psikoterapi, bolca sanat, okuma, drama, felsefeye ihtiyacımız var. Hepsi tedavi ve gelişim kanalları ve araçları. Hem bireysel hem de grup olarak davranmak gerekiyor bu sorunları çözmek için. Zaman, sabır, emek gerekiyor. Bugün çözülmeyecek, ama bir yerden başlamazsak hiç çözülmeyecek. Sadece bir şirin örnek ekleyeceğim burada. Kısa bir doğaçlama atölyesi.
Hissiyat olarak Türkiye’nin Tangosu Türkiye’ye ait diye düşünüyorum bu nedenle. Tangonun içinde sevgi, tutku, savaş, aşk, erotizm, öfke, huzur, melankoli, kaybediş, nostalji, özlem, unutma arzusu, keder,… neredeyse tüm duygular var ve bunları açık yaşayabildiğin takdirde Tango daha anlamlı oluyor. Kültür, davranış, ritüeller ile ilgili ithal edilerek aktarılan bilgi ve eğitim zorlama ve yapay oluyor, doğamıza oturmuyor. Görüntüden ve figür bilmekten bahsetmiyorum, teknik olarak gayet iyi dansçılarımız var. Mekan da çok! Pencere, duvar, zemin, ses düzeni, ışık, havalandırma, bistrolar, görseller… Bunları söylemiyorum; hissedebilmek, hissini paylaşabilmek, Tangoyu yaşayabilmek, topluluk olabilmek, topluluğun parçası olabilmek bahsettiklerim. Ya da gerçekliğimizi ve sınırlarımızı görüp kabul edeceğiz, Tangoyu da sınırlarımızda ve “Biz” olanla barışık bir şekilde yaşayacağız. Corona pandemisinden çok önce sosyal mesafe kuralını tangoda uygulamaya başlamıştım ben. Çok az insanla dans ediyorum. Tango hakkında okumak, performansları izlemek ve Tango dinlemek en büyük keyiflerim, hatta Tango müziğine tutku ile bağlıyım, ama yereldeki sosyal kesişimler çok yorucu geliyor. Dans ettiklerimde de, izleyenlerde de endişe ve tedirginliği hissedince, sürdüresim gelmiyor, maalesef memleket psikolojisinde bunlar normalimiz olmuş durumda. Eşim ve birkaç yakın arkadaşım dışında kimseyle dans etmiyorum, içimden gelmiyor, kardiyo ve bireysel temel egzersizleri yapıyorum müzikle beraber. Arada bir bu sınırları yıkmaya çalışıyorum, ama tekrar tekrar başa dönüyor, dar ve güvenli sosyal alana çekiliyorum. Buna da Güvenli Türkiye Tangosu diyorum. Tangocuların müritleşmeleri, birçok eğitmenin de mini mürit gruplarını korumaya çalışmaları, müritler başka yere gittiklerinde gönül koymaları, çatışmaya dönüştürmeleri söylediğimi doğrulayan durum. Siyasi kamplaşmanın, cepheleşmenin ve cemaatleşmenin çok benzeri Tangonun mikro dünyasına yansıyor. Siyasi duruş ve tavır ikili ilişkileri, arkadaşlıkları ve aile içi ilişkileri bile etkiliyor, Tango’yu nasıl etkilemesin. Aynı davranış kalıplarını burada da sürdürüyoruz. Berlin’de binlerce tangocu tek ses tek yürek olur ve bu karantina günlerinde Tango’nun kültür olarak geleceği hakkında kaygılanırken, bizdeki mürit ve çatışma kültürü yan yana gelebilmek ve çözüm aramak konusunda kısırlaşmamıza neden oluyor, kültür konusu öncelik olmuyor, ekonominin ve çatışmaların gerisinde kalıyor. Mini ve kapalı gruplar kendi adalarında planlar ve programlar yapıyorlar. Kültür ve sanat konusunu da ticari rekabet içinde ele alıyorlar, sınırlayıcı davranıyorlar. Chomsky’nin önerdiği gibi tabandan inisiyatifle ve hareketle değil de Foucault’un bahsettiği kurulu düzen alışkanlıklarıyla yukarıdan aşağı doğru kaderimizin çizilmesini o kadar benimsemişiz ki, pasif durumda öylece bize ne yapacağımızı birilerinin söylemesini bekliyor, bekliyoruz, sorumluluk almıyoruz. Binlerce yıllık insan medeniyetinde birkaç nesil daha geçmesi çok da önemli değil. Biz kendi coğrafyamızda bu zaman diliminde bu sistem içindeyiz. Yerimizi bilmek önemli, eğer istersek ve yapabilirsek değiştirmek de bize kalmış. Niyet, tercih ve enerji koyma ile ilgili…
2013, İstanbul, Color Tango canlı çalıyor, görüntü itibarı ile Buenos Aires veya Berlin’den geride değil, belki çok daha ileride. Sanattaki yanılsama da böyle bir şey ve aynı yanılsamayı psikoloji de öneriyor kimi zaman. Önce görmek istediğini hayal et, tüm detaylarını da cesaretle düşün, sonra da bunu gerçek yap. Bir yalana inan, sonra gerçek olur, herkes de yalana ortak olur, gerçekmiş gibi davranır.
Hocalık, maestroluk, öğretmenlik, eğitmenlik kavramlarına bir daha dönelim. Baş öğretmen deyince hepimizin aklına Atatürk gelir. Harf devriminde kara tahta başındaki görüntüsünü ya da okul ziyaretinde kız öğrenciler arasında sırada otururken hayal ederiz. İyi ve doğru olanı öğretene öğretmen deme alışkanlığımız var. İsmet İnönü’nün 60 yaşından sonra kulakları duymamasına rağmen keman öğrenmeye çalışmasını ve CSO’ya düzenli gidip klasik müzik dinlemesini (Duymamasına rağmen) nasıl açıklarsınız? Model olarak öğretmenlik yapıyordu. Ben Eylül 1988’de bindiğim minibüste “Hoca” oldum. Hoca olmayı hak edecek tek bir hareketim ve görüntüm dahi yoktu, sakallarım dahi seyrekti henüz. Orada sadece oturmuştum, varlığım dahi yeterliydi. Kendimi de herkesi de “Hoca” kabul etme alışkanlığım var. Hele de 21. yüzyılda bilgi çağında tüm fiziki engeller aşılmışken, tüm bilgi kaynaklarına erişmemiz daha kolay olmuşken, tüm dünya hocamız olmuş durumda. Yalnızca iyi örnekleri değil kötü örnekleri ve hataları da “hocalık” ve “ders” olarak görüyorum. Tangodan birçok arkadaşımı “Maestro” olarak kabul ediyorum. El Chino’nun ve birçok arkadaşımızın hiyerarşi kurmamak, otorite olmamak, alçak gönüllülük, samimiyet veya mükemmeliyetçilik temelinde “Maestro” kelimesine karşı çıkmalarını anlıyorum. Ancak anlatılanda ve yapılanda bir öğreticilik unsuru varsa ben muhatabımı nasıl tanımlayacağım. O kendine ne derse desin, ben ona ne diyeceğim? Bana sadece model olması bile yeter, hiçbir şey anlatmasına ve hatta tanışmamıza dahi gerek yok.